İstev 88
  • 2013-12-28

Satır Arası Buluşmaları devam ediyor

Eski Yara: M. Âkif

Konuk: Mehmet Ruyan Soydan
                              Tahsin Yıldırım

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Âkif’i (1873-1936) anmak ve anlamak neden zor?

Bu ve benzer sorulara, şairin Safahat’ta “Şark’ın kapanmayan yarası” olarak gördüğü “mahalle kahvesi”den hareketle cevaplar arıyor, günümüzde benzer mekânlar ve sosyal medya ile mahalle kahvesi arasındaki ilişkileri değerlendiriyoruz. Merhum Mehmet Âkif’in vefat yıl dönümünde, Satır Arası buluşmalarında Âkif âşığı Mehmet Ruyan Soydan’ın misafir olarak katılacağı programımıza davetlisiniz.

28 Aralık 2013 
Cumartesi
10:30 Kahvaltı
11:15 Söyleşi


Bahariye Mevlevihanesi
Silahtarağa Cad. No:12 , Eyüp
  0212 614 33 88
0532 524 57 14
[email protected]


Mahalle Kahvesi

Kardeşim Hüseyin Avni’ye

  “Mahalle kahvesi!” Osmanlılar bilir ne demek? 

Tasavvur etme sakın “Görmedim nedir?” diyecek. 
Dilenci şekline girmiş bu sinsi cânîler,
Bu, gündüzün bile yol vermeyen, harâmîler, 
Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne...
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe!
Evet, dilenci sanır seyr eden kıyafetini;
Fakat bir onluğa âgûş açan sefâletini,
Görüp de rikkate şâyân, biraz sokulsa, hemen, 
Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden!
Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı? 
Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!
Hayır, bu perde, bu Şark’ın bakılmayan yarası;
Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası; 
Hayatımızda gediktir “gedikli” nâmıyla,
Açık durur koca bir kavmin ihtimâmıyla!
Sakın firengiye benzetmeyin fecâatini:
Bu karha milletin emmekte rûh-i gayretini. 
Mahalle kahvesi Şark’ın harîm-i katilidir;
Tamam o eski batakhaneler mukabilidir.
Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür; 
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür... 
Muhît'i levsine dolmuş ki öyle manzaralar: 
Girince nûr-i nazar simsiyâh olur da çıkar!
Yatar zemuvi sefilinde en kesîf eşbâh,
Yüzer havâiyi sakilinde en habîs ervâh,
Dehân-ı lânete benzer yarıklarıyla tavan,

Kusar içinde neler varsa hatıratından!
O hatıratı sakın sanmayın: Mealidir;
Bütün rezâil-i târihimizle mâlîdir.
Neden mefâhir-i eslâfa kahr edip, yalnız, 
Mülevvesâtına mâzîmizin sarılmadayız?
Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdadın?
Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın, 
Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine; 
Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
Fakat biz onlara âid ne varsa elde, yazık,
Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık!
Bütün heyâkil-i sanat yetiştiren Şark’ın,
Zemindi feyzi nasıl şûrezâra döndü bakın!
Ne hastahanesi kalmış zavallı eslâfin,
Ne bir imâreti, bitmiş elinde ahlâfın.
Kanalların izi yok, köprüler harâb olmuş; 
Sebillerin başı boş, çeşmeler serâb olmuş!
O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebîn
Ne gîrudâr-i maîşet bilir, ne kedd'i yemîn.
Azâb içinde kalır sa’yi görse rü’yâda!
Niçin yorulmalı zâten “ölümlü dünyâ”da? 
Vücud emânet-i Hak, doğru, hem de cennetlik. 
Bu kahveler gibi Cennet de müslimîne gedik!
“Hayât-ı aile” isminde bir maîşet var;
Saadet ancak odur... dense hangimiz anlar? 
Hayâta âile dünyâda en safâlı hayat,
Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhat! 
Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;
Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle;
Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa, 
Dolaşsalar, seni kat kat bu hâleler sarsa;
Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı? 
İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı? 
Karın nedîme-i rûhun; çocukların ruhun; 
Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masûn. 
Sıkıldın öyle mi! Lâkin, biraz alışsan eğer,
Fezâ kadar sana vâsi gelir bu dar çember.
Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve? 
Gelin de bir bakalım... Buyurun işte bir kahve:
Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik; 
Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eşik. 
Şu gördüğüm yer için her ne söylesen caiz;
Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz!
Zemîni yüz sene evvel döşenme malta imiş... 
“İmiş”le söylüyorum. Çünkü anlamak uzun iş,
O bir karış kirin altında hangi maden var?
Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar, 
Maun cilâsına batmış tütünle nargileden;
Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden. 
Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al, 
Vücudu kapkara, leylek bacaklı bir mangal.
Şu var ki bilmeyen insan görürse birden eğer; 
“Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli!” der. 
Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli 
Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli:
Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı, 
Zavallının, güveden, lîme lîme hep sırtı.
Kurur bu örtünün üstünde yağlı bir mendil;
Ki “bir tependen inersem!” diyen hasır zenbil;
Onun hizasına gelmez mi, bir döner şöyle;
Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle!
Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk,
İçinde camlı dolap var ya, raflarında ne yok!
Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz;
Onun yanında kan almak için beş on boynuz.
İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar...
Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr!
İnanmadımsa değildir tereddüdün sırası;
Uzun lâkırdıya hacet ne? İşte mosturası:
Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden,
Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar, dizilen,
Şu kazma dişleri sen mahya belledinse, değil;
Birer mezara işaret düşün ki her kandil!
Üçüncü katta durur sâde havlu bohçaları.
Sağında cam dolabın hücre hücre bitpazarı.
Duvarda türlü resimler: Alındı Çamlıbeli,
Kaçırmış Ayvaz’ı ağlar Köroğlu rahmetli!
Arab Üzengi’ye çalmış Şah İsmail gürzü;
Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü.
Firaklıdır Kerem’in “Of!” der demez yanışı,
Fakat şu “Ah mine’l'aşk”a kim durur karşı?
Gelince Ezrakabânû denen acuze kadın,
Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd’ın!
Görür de böyle Rüfâî’yi: Elde kamçı yılan,
Beyaz bir arslana binmiş, durur mu hiç dede can?
Bakındı bak Hacı Bektâş’a: Deh demiş duvara!
Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra.
Birer birer oku mümkünse, sonra manâ ver...
Hayır, hülâsası kâfi, yekûnu ömre sürer:
Bedâhaten kusulan herze pâreler ki düşün,
Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için!
Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın, 
Yayılmış üstüne birçok kâğıt ki, oynayanın,
Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam.
Ya tavlanın kiri, kabil değildir, anlatamam. 
Harîtavâri açılmış en orta yerde dama;
Beyaz mı taşları, yâhud siyah mı, hiç sorma! 
Hutûtu: Gayr^i muayyen hudûdu memleketin: 
Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin! 
Deliklerindeki pislik lebâleb olsa, yine,
Bakınca bunlara gayet temiz kalır domine.
Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyadan; 
Yanında bir de kulaksız tekir... Unutma aman!
-Asıldı bey koza!
-Besbelli, bak sırıttı aval;
- Bacak elinde mi?
- Kır, Hamdi sen de dağlıyı al.
- Ulan! Kapakta imiş dağlı... Hay köpoğlu köpek!
-Köpoğlu kendine benzer, uzun kulaklı eşek!
- Sekizli, onlu, ne çektinse ver de oryayı tut.
-Halim, ne uğraşıyorsun bu çıkmaz işte: Kaput!
-Cihar ü yek mi o taş?
- Hiç sıkılma öldü dü-şeş!
- Elimde yok mu diyor? Çek babam!
- Aman şeş-beş!
-Hemen de buldu be? Gelsin hesaplayıp durma!
-Bi parti yendi ya akşam, dikiz gelin kuruma
- Dü-beşle bağlıyorum.
- Yağma yok!
- Elindeki ne?
-Se-yek.
- Aman durun öyleyse: Penc ü yek domine!
- Mızıkçı dendi mi, sensin diyor, bakın ağalar:
Kırık mı söyleyin Allah için şu canım zar?
- Kırık!
- Değil!
- Alimallah kırık!
- Değil billâh!
-Yeminsiz oynayamazlar ki, ah çocuklar ah!
-Karışmasan işin olmaz değil mi? Sen de bunak! 
-Gelirsem öğretirim şimdi...
- Ay şu pampine bak!
Gelip de öğretecekmiş... Mezarcı Mahmud’a git! 
Bir üflesen gidecek ha... Tirit mi sâde tirit! 
-Zemâne piçleri! Gördün ya hepsi besmelesiz...
Ne saygı var, ne hayâ var. Eğer bizim işimiz,
Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma!
-Herif belâya sokarsın dırıldanıp durma!
-Mezarcı Mahmud’a git ha? Bakın it oğluna bir!
Küfürbaz, alçak, edepsiz... Bu söylenir mi Bekir?

-Yolunca terbiye verdin ya aferin Hasan Ağ.
-Bıraksalar beni, çoktan marizlemiştim ya!..
- Mezarcı Mahmud’a ha? Vay babasının canına!
Bunun yaşında iken biz büyüklerin yanına,

Okur da öyle girer, hem ayakta beklerdik;
Otur, demezseler elpençe sâde dinlerdik;
Hayır, bu böyle değildir demek, ne haddimize!
Evet, desek bile derlerdi: Sus behey geveze!
-Otuz yaşında idim belki; annesiz, dışarı
Kolay kolay çıkamazdım: Döverdi çünkü karı!
Bugün, onaltıyı doldurmamış yumurcaklar,

Odun yemez iyi bil ha! Geberse karşı koyar.
Geçende dövmek için yoklayım dedim Kerim’i... Bırak!
Eşek değilim ben, deyip dikilmez mi?

Dayak eşekler içinmiş, adam dövülmezmiş...
-Ya biz, sözüm ona, merkeb miyiz Bekir, bu ne iş?
Döverdiler bizi her gün de karşı koymazdık...

Ben öyle terbiye oldum... Kolay mı insanlık?
-Dokundurur mu, ne mümkün, eloğlu hiç adama?
 O Müslümanları sen şimdi, hey kuzum arama!
Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya:
Zavallı, açmaza düşmüş... Bakın hesaplamaya!
Oyuncunun biri dalgın, elinde taş duruyor;

Rakîbi hâlbuki lâ-yenkatı bıyık buruyor.
Seyirciler mütefekkir, güzîde bir tabaka;
Düşünmelerdeki şîveyse büsbütün başka:

Kiminde el, filân asla karışmıyorken işe,
Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe!
Al işte: “Beyne burundan gerek, demiş de, hulûl”
Taharriyât-ı amîkayla muttasıl meşgûl!

Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam:
Zemîne, dâire şeklinde yaydı bir balgam;

Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle,
Mümâslar çekerek soktu belki yüz şekle!

Ayak teriyle cilâlanma tahta peykelere,
Külâhlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre:
Nasîb-i fikr ü zekâdan birinde yok gölge;
Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke!

-Aman canım, şu bizim komşu amma uğraşıcı!
-Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı!
-Çocuğ, ha mektebe verdim, ha vermedimdi diye,
Sokak sokak geziyor...

-Koymuyor mu medreseyi
-Koyar mı hiç? Arabî şimdi kim okur artık?
-Evet, gâvurcaya düştük de sanki iş yaptık!
-Binâ’ya üç sene gittimdi hey zamanlar hey! 
İlim de kalmadı...
- Zâten ne kaldı? Hiç bir şey.
-Mahalle mektebi lâzımdır eski yolda bize; 
Sülüs, nesih bitiyor yoksa hepsi... Keyfinize!
-On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe. 
Geçende sen ne bilirsin? demez mi bir zübbe? 
Dedim, ulan seni gel ben bir imtihan edeyim,
Otur da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim.
-Nasıl, becerdi mi?
- Kabil mi! Rabbi yessir’i ben, 
Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken.
-Nedir elindeki yahu?
- Cerîde.
- At şu pisi.
-Neden?
- Yalan yazıyor, oğlum, onların hepisi.
- Ya doğru yazsa asarlar... Ne oldu Volkan’cı,
Unuttunuz mu?

-Bırak, boşboğazlık etme Hacı!
Şu karşıdan gözeten fesli, zannım, ağzıkara...
-Hayır, demem o değil...
-Durma sen belânı ara!
- Canım lâtîfe yapar, bilmiyor musun Ömer’i?
-Biraz rahatsızım Ahmed, yakın benim feneri!
Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfar...
Meğer geğirti imiş.
-Pek şifalı şey şu hıyar:
Cacık yedin mi ne hikmet, hazır hemen teftîh...
-Evet şifalı yemiştir...
-Yemiş mi? Lâ-teşbîh.
-Günâha girme. Tefâsîrde öyle yazmışlar... 
Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var.
-Hasan, bizim yeni dâmad ne oldu anlamadık,
 Görünmüyor?

- Karı koyvermiyor: Herif, kılıbık.
- Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş... 
Lâf anlamaz dişi mahlûku, durma sen uğraş.
-Kim uğraşır a babam, bunca yıllık ehlim iken, 
Adam hesabına koymam bizim köroğlunu ben.
Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan, 
Bakıyor bunlara, yan yan, iki çift ince nazar: 
“Ya sizin bir yuvanız yok mu?” diyor anlaşılan, 
Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar...
 
Hüseyin Avni Ulaş: (1887-1948) Akif in yakın dostlarından. Birlikte Milli Mücadele'ye katılmışı* Birinci Meclis’te muhalefet grubunda yer almıştır. Milli Kalkınma Partisi’nin kurucularındandır.

Kelimeler: 
rikkat: Merhamet, incelik
şikâr: Av 
samîm: İç, asıl, öz 
levs: Kirlilik, pis 
fecâ'at: Feci, yürekler acısı
karha: Yaralama, yaralanma
rûh-i gayret: Gayret 
ruhu ümmet-i merhume: Rah¬metli (açması) ümmet 
hufre: Çukur
muhît-i levs: Pis ortam
 eşbâh: Bedenler 
havâ-yı sakîl: Ağır hava 
habîs: Kötü 
ervâh: Ruhlar
dehân-ı lâ'net:Lanetli ağızlar 
meâlî:Yüksek manalar 
mâlî: Dolu, fazla, çok me;âhin Övünülecek şey 
eslâf: Önceden gelenler 
Nülevvesât:Kirlilikler 
Şehâmet:Cesaret ve yiğitlik
heyâkil-i san'at:Sanat abi¬deleri
zemîn-i feyz: Bereketli top¬rak
şûre-zân Çorak, kurak yer 
imaret: Hayır  kurumu 
ahlâf: Geriden gelenler
nesl-i cebîn: Yüreksiz nesil 
gîriıdâr-ı ma'îşet: Geçim kavgası 
kedd-i yemîn: El emeği 
sa'y: Çalışma 
kemâl-i izzet: Büyük hür¬met
Perukar: Berber 
acûze: Kocakarı 
yekûn: Toplam
mostura: Örnek
külüng: Kazma
bedâheten: Ortalık yerde
firaklı: acıklı
hülâsa: Bir şeyin özü, kısaca 
herzepâre: Saçma lakırdı
Ah mine’l-aşk: Üzerinde “Ah bu aşkın elinden” anlamına gelen bu sözün yazılı olduğu levha kastedilmektedir.
Ezrakabânû: Ferhat ile Şirin adlı halk hikâyesindeki arabozucu yaşlı kadın.
hutût: Çizgi lebâleb: Ağzına kadar dolu 
dü-şeş: İki altı
gayr-i muayyen:Belirsiz 
cihar ü yek: Dört ve bir
şeş-beş: Altı beş
Koz: İskambil oyununda diğer kâğıtları alabilen kâğıt 
Bacak: Oğlan veya vale olarak bilinen kâğıt
Dağlı: Papaz olarak bilinen kâğıt 
Orya: Karo.
Kaput: Rakip oyuncuya hiç el vermeden oyunu kazanmak
se-yek: Üç bir
kırık: Kusurlu, kötü
marizlemek: Şişlemek, öldürmek 
Penç:Beş kaltaban: Hilekâr
lâ-yenkatı': Sürekli 
benân-ı endîşe: Düşünen parmaklar 
hulûl: Gelip atma, girme 
taharriyât: Araştırma 
arnika: Derin 
muttasıl:Sürekli 
mümâs: Dokunma 
peyke: Tahta sedir
cerîde: Gazete
boşboğaz: Geveze  
ağzıkara: Sivil polis
Bina: Arapça fiillerin anlam bakımından çeşitliliğini konu alan dilbilgisi kitabı.
Sülüs: Arap harfleriyle yazılan bir tür kalın ve süslü yazı, 
Nesih: Eskiden daha çok kitaplarda kullanılan bir yazı türü, 
Ketebe: Hat hocasının öğrencisine verdiği icazet.
Temmim yapmak: 'Rabbi yessir' diye başlayan duayı okumak.
Volkancı: Volkan Gazetesi’nin sahibi Demiş Vahdeti. Tarihte 31 Mart Olayı olarak bilinen kargaşaya sebep olduğu gerekçesiyle idam edilmiştir.
istiğfar. Tövbe, af dileme
  teftîh: Geğirti, açma
lâ-teşbîh: Yanlış 
benzetmetefâsîr: Tefsirler, Kur'an'ı izah eden kitaplar,

  • Paylaş: